- Son Görevi:
Müdür / Bilgi Teknolojileri Ürün ve Hizmet Teslim Bölümü - Son Görevine Atanma Tarihi:
03.11.2008 - Bankaya İlk Giriş Tarihi:
01.06.1989 - Doğum Tarihi / Yeri:
17.03.1964 / Gölcük - Üniversite/Bölüm:
O.D.T.Ü Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü - Yabanci Dil:
İngilizce - Medeni Durum:
Evli, 1 çocuk - Görev Yaptığı Birimler/Subeler:
Bilgi İşlem Müdürlüğü
-
Aydemir Şaman’a bir söz...
Hakan Gencol,
8 Temmuz 2009, İstanbul
[Bu yazı, 4 Temmuz 2009 gecesi Mordoğan’da (1) tatilini geçirmekte olan, Bornova Anadolu Lisesi’nden dönem arkadaşımız Aydemir Şaman’ın, eşi ve oğluyla birlikte arabayla seyir halindeyken, geçirdiği trafik kazası (2) sonucunda vefat etmesi sonrasında kaleme alınmıştır. Eşi ve oğlu, yaralı olarak kazadan kurtulmuşlardır.]
Olmuştu işte, bir yanlış, koskoca bir doğruyu götürmüştü ve bizler de bu acı kaybımızın ardından düşünür, anılara dalar, üzülür, hüzünlenirken bulmuştuk kendimizi.
Tüm arkadaşlarının dillendirdiği gibi; duyarlı, sessiz, sakin, bedeni kadar yüreği de büyük olan, gülümseyen yüzüyle hatırlanacak, hiç değişmemiş olandı o. Gülümsemesi, hayata bakışı hep olumluydu. Ne sesinin yükseldiğini duyduk, ne de yüzünü asıkken gördük onun. Dosttu, güvenilirdi, değerliydi. Göbeğini hoplata hoplata gülen, herkesin sevdiği koca adamdı. Yine kendi gibi kocaman elleriyle, heyecanla bir şeyler anlatan, ardından kendine özgü kahkahasını basan, hayatla barışık insandı. Sözün her anlamında kalıplı bir adamdı. Sağlam kişiliği, güven veren duruşu, ilginç vurgulamalarıyla hatırlanacak; bazen akıl ve huzur, bazen de karşılıksız destek veren; koruyan, kollayan, seven bir ağabey, ilgili ve hassas bir baba, iyi bir eşti o. Geride çok güzel izler bırakan, dönem arkadaşımız, dostumuz, Aydemir’imiz...
Kardeşimizin zamansız kaybından sonra (hangi kayıp zamanlıdır ki?), hakkında yazılanları neden toparladım? Acaba henüz yazılmamış olanı, ya da henüz söylenmemiş olanı mı arıyordum? Belki. Ama bundan önce, sanırım Aydemir’i en belirgin özellikleriyle bir kez daha gözümün önüne getirmek, onunla ilgili olanları ortaya dökmek, paylaşmak istiyordum.
Şimdi Şelale’nin Facebook’a gönderdiği, yıllığımızdaki Aydemir’e ait sayfaya bakıyorum. Sol üstte, onun gözlüklü bir fotoğrafı var. Sağ altta da, bir karikatür. Bu karikatürü vaktiyle benim yaptığımı yeni fark ediyorum. Yazılanlar çok net okunmuyor, bu yüzden kendi andacımı bulup çıkartıyorum. Benim de okuduğum 6B sınıfı öğrencilerine ait sayfaları birer birer çevirip, Aydemir’in sayfasını buluyorum. Karikatüre bakıyorum; Aydemir bir sıranın üzerine oturmuş, yakası açık, kravatı gevşetilmiş, elinde bir sandviç, uyukluyor. Ayağında Nike spor ayakkabılar. Önündeki sıranın sırtlığında “Yedi yıldır Levent’in sırası” yazıyor. Yerde eskimiş bir deri çanta, üstünde KSK ve BAL çıkartmaları. Arkada üstüste duran ders ve test kitapları. Rüyasında bir basketbol potasıyla, bir de ehliyet görüyor. Ehliyet, içimi acıtıyor. Bir ehliyetin, kullanabileceği bir arabanın düşünü kuran Aydemir, o gün tam 18 yaşında. Bugün ise, ehliyetli (!) bir kişinin yüzünden, bir zamanlar düşünü kurduğu otomobilin içinde can veren adam ise 45. Acı, evet, hem de çok.
Yazılanlara göz atıyorum. İlk cümle şöyle: “Aydemir bu okula büyük geldi, büyük gidiyor”. Bu cümleyi sonra yeniden hatırlamak üzere hafızamda bir yere yerleştiriyorum. Gırgırla dersleri bir arada başarıyla götürebildiğinden söz edilmiş yazıda. Yine kendine has gülüşü, ince esprileri, olayların esprili yanlarını anında yakalayabilme yeteneğinden dem vuruluyor. Basketbolu bıraktıktan sonra büyüttüğü göbeğinden, yerinde olan iştahından, sıcak kanlı, arkadaş canlısı kişiliğinden bahsediliyor. Okula gelmediğinde yokluğunun hissedildiği, uykuyu sevdiği, okuldaki başarısı, her ortama rahatça ayak uydurabilme yeteneği, insanlık sevgisiyle dolu olan kalbi ve bunun gibi birçok olumlu özelliği vurgulanmış, kimin yazdığını henüz bilmediğim yıllık sayfasında. Mezuniyet de bir tür ayrılık aslında, zamanı genellikle bilinen, buruk bir sevinç taşıyan, tüm çocukluk ve öğrencilik anılarımızı ağaçlıklı koskoca bir okulda bırakıp gittiğimiz bir tür ayrılık. Andaçta yazılanların, yine bir ayrılık olan, ama ayrılıkların en acımasızı olan ölümden sonra söylenilenlerle bağlantısını düşünüyorum ister istemez. Her iki veda sonrasında yazılıp çizilenler ne kadar da benzeşiyor.
Bakıyorum, Aydemir’in sayfa arkadaşı, bizim Erdal Gül. Erdal, mavi bi keçeli kalemle kısa da olsa bir şeyler karalamış benim için. Aydemir nedense bir şey yazmamış, belki de yazamamış. Acaba zamanımız mı olmadı, ya da o zamanlar yakın değil miydik, hiç bilmiyorum, hatırlayamıyorum. Onun andacına ben bir şeyler yazmış mıydım? Anımsayamıyorum.
En son İstanbul yemeğinde, onu yanına gidip konuştuklarımızı hatırlamaya çalışıyorum. Belki çok fazla muhabbet edememiştik ama konuşabilmiştik, az da olsa. Geçirdiği kalp krizi sonrasında sağlığının iyi olduğundan, işten güçten, son zamanlarda neler yaptığımızdan, ayak üstü nelerden konuşulabilirse onlardan laflamıştık. Son konuştuklarımız olduğunu bilseydim, acaba ona başka neler söylerdim diye geçiyor içimden. Ardından bu düşünceyi uzaklaştırıyorum usulca. Şimdi bunu düşünmek neye yarar ki?
Hala öldüğünü, belki de ölümün kendisini kabul edemediğim için olsa gerek, “cenaze” sözcüğünü kullanmaya çekiniyorum. O gün, onu uğurlamaya giderken, araba radyosunda, Can Dündar’ın bir yazısını okuyordu program yapımcısı. Usta yazarın “Son” adlı yazısıydı bu. O anda içinde bulunduğum ruh haliyle, o gün saat 13:30’dan sonraki uğurlama merasimiyle ne kadar da örtüşüyordu bu yazı. “Alman film yönetmeni Wim Wenders’in son filmi ‘Palermo Shooting’ (Palermo’da Yüzleşme), hayatı, ölümü ve kendini sorgulamaya davet ediyor izleyicisini” diye yazmıştı Can Dündar. Filmin bir sahnesinde, çobanlık yapan zengin bir işadamının, yeni hayatına doğru yürüyen ve filmin kahramanı olan fotoğrafçıya verdiği hayat dersinden söz ediyordu yazar. Sonra da şöyle devam ediyordu: "Bazen bir şeyleri son kez yaptığımızı fark etmeyiz. Belki o yüzü son görüşümüzdür ya da o yoldan son geçişimiz… Bir şarkıya kulak verirken onu bir daha hiç dinleyemeyeceğimizi bilmeyiz; birinde tattığımız aşkı, bir daha hiç yakalayamayacağımızı bilemediğimiz gibi... “İşte o yüzden, her şeyi son kez yaşar gibi doyasıya yaşamalıyız."
Bugün bu yazıyı yazarken, Can Dündar’ın “Son” (3) adlı yazısını araştırıp buluyorum. Yazı şu cümlelerle sona eriyor: “En iyisi her şarkıya son kez dinler gibi kulak vermek, her baharı bir dahakini göremeyecekmiş gibi içine çekmek, her dostla, ana babayla son buluşmaymış gibi sımsıcak kucaklaşabilmek, her aşkı en sonuncuymuş gibi doyasıya yaşayabilmektir.” Ne kadar doğru, ne kadar güzel... Ama bunu ne denli becerebiliyoruz, orası belli değil ne yazık ki. Günlük koşuşturmalar, içinde bulunulan an’a dair endişeler ve bir sürü saçma sapan ayrıntı... Bunların derdindeyken, büyük resmi kaçırıyoruz. Kimimiz daha az, kimimiz daha fazla ama, hepimiz.
Bir gün, sanırım yine bir uğurlama merasimi sırasında, bir dostum bana şunları söylemişti: “Biliyor musun, aslında hepimiz bir gün birbirimizi gömeceğiz, ya sen beni, ya ben seni...” Gerçeğin acımazlığı kanımı dondurmuştu o anda. Ona hak vermiştim. Söylenilen tek bir cümle, kısacık bir cümle, o kadar gerçek barındırıyor olabilir miydi? İçi dışından çok daha büyüktü cümlenin. Giderek daha fazla uğurlama merasimine katılacağız, yaşımız icabı. Bu merasimlerin çoğunda da, ya ailemizin bireyleri, ya yakın dostlarımız, akrabalarımız ya da sınıf arkadaşlarımız için bulunacağız. Bu insanların her birine, bir gün o kaçınılmaz ayrılığın ya gideni, ya da kalanı olacakmış gibi baksak, onları öyle dinlesek, öyle anlasak, öyle değerlendirsek, öyle sevsek, ne olur sanki... Dostumun o sözü hep aklımda o yüzden, içimde bir kuytuya yerleşti.
Gözüm yine andaçta Aydemir hakkında yazılan sözcüklere takılıyor: “Aydemir! Hayat boyu, yüzünden o alıştığımız gülümsemenin hiç eksik olmamasını dileriz. Acı tatlı 7 yılımızın geçtiği bu sıralar bir gün bizlerden çok uzaklarda olduğunda; hepimiz bu sıralarda geçip giden mutlu günlerin burukluğunu, özlemini duyduğumuzda çoğumuz tertemiz duygularla ilk seni anımsayacak. Sen de tüm BAL’lı arkadaşlarını unutma! Sağlıcakla kal!” Bazı sözcükler aklımda büyüyüp yankılanır gibi oluyorlar; “hayat boyu”, “bir gün bizlerden çok uzaklarda olduğunda”, “sağlıcakla”... Sağlıcakla; sağlıkla, esenlikle, rahatlık içinde anlamına geliyor. Umarım şu anda böyledir Aydemir.
Acı haberi aldıktan sonra, birkaç arkadaşımız, bazı satırlar karaladı Aydemir hakkında. Ben bir şey söylememiş, daha sonra bir yazı yazmak üzere, düşüncelerimi düzenlemeye çalışmıştım. Hakkında çok olumlu şeyler yazıldı, çizildi. Sanırım şu sözcük eksik kaldı: doğru. Evet, Aydemir birçok açıdan, doğruydu. Doğru insandı, doğru adamdı; doğru dost, doğru baba, doğru eşti. Bir yanlış bir doğruyu götürürken, bizi de hayatlarımızı sorgulamaya, gidenin ardından onun vasıflarını gözden geçirirken, kendi özelliklerimizin de üstünde düşünmeye itiyor bizleri.
Şu anda, her neredeysen için rahat olsun dostum. Eşi ve oğlun iyiler. Onları dayanılması güç olsa da, bir anlamda yeniden başladıkları şu hayatta, yaşanacak yeni günler bekliyor. Oğlunun eğitimi ve geleceği, artık biz Bal’daşlarının, kardeşlerinin sorumluluğunda... Onları yalnız bırakmayacağımızdan emin olabilirsin. Tabii ki senin yerini hiçbirimiz dolduramayız, dolduramayacağız. Yalnızca bir destek, elimizden gelebilecek olan.
Andacımızda yazıyor ya hani, okulumuza olduğu gibi, bu dünyaya da “büyük geldin, büyük gittin” be dostum!..
...
Ne gariptir ki, geride kalanlar için yaşam devam ediyor. Ben bu satırları yazmayı bitirdikten sonra, belki dışarı çıkıp biraz dolaşıp hava alacağım, bir yerde bir şeyler atıştırıp, belki bir kadeh bir şey içeceğim. Yazıyı yazarken dinlediğim Øystein Sevag’ı (4) kim bilir kaç kez daha dinleyeceğim. Bulabilirsem şu Palermo’da Yüzleşme filmini bulup izleyeceğim. Yolda belki bir iki kişiye rastlayıp ayak üstü laflayacağım.
Bunların çoğunda, o kadehin son kadeh mi, o lokmanın son lokma mı, o filmin izlediğim son film mi olduğunu, yolda karşılaştığım kişileri son kez görüp görmediğimi hiç ama hiç bilemeyeceğim.
...
Dip notlar:
(1) Mordoğan, İzmir’e 80 kilometre mesafede bir sahil kasabası. Karaburun’un bir ilçesi olup, buraya 20 km uzaklıktadır. Kaynaklar:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Mordo%C4%9Fan,_Karaburun
http://www.mordogan.bel.tr/
(2) M.Ö. IV. Yüzyılda Mimas ismiyle kurulan Mordoğan, Narcissus Efsanesi ile biliniyor. Bu bağlantı, beni ister istemez acı olaya neden olan faktörleri düşünmeye itti. Olaydan bir gün önce, iş nedeniyle bazı kişiler tarafından tartaklanan, olay gecesi de bulunduğu düğünde, sarhoş olup eşiyle tartışan bir muhasebeci, iri arabasına atlayıp yola çıkıyor, sonra kontrolü kaybediyor ve arkadaşımızın arabasına kafa kafaya çarpıyordu. Kazadan yaralı olarak kurtulan ve cezaevine gönderilen, belli ki hayatı ve kafası çok karmaşık adam, acaba kendisini ne kadar seviyordu? Ya başkalarını? Narsisizm kavramının doğum yeri, Mordoğan’mış. Ne acaip...
(3) Bu yazımda da “son” sözcüğü geçiyordu, yazının başlığını “Aydemir’e son söz” koymuştum ilk önce... Şimdi bu “son” kavramı üstünde düşünüyorum da, aslında neyin ilk, neyin ortada, neyin en sonda olduğunu bilmiyoruz. Bunu hiç bilmedik. Öyle olduğunu varsaydık. Anlayabilmek, ayrıştırabilmek, sıraya sokabilmek için bulduk bu kelimeleri. Onunla belki bir düşümde, belki de bir başka âlemde karşılaşıp bir şeyler daha söyleyeceğim, bunu şu anda bilemiyorum. Bu yüzden yazının başlığını değiştiriyorum. Son dakikada “Mor/doğan’da ölmek” başlığı aklıma takılıyor, sonra buradaki kelime oyunu olmasa da olur diyorum kendi kendime. Başlık, “Aydemir’e bir söz...” oluveriyor. Can Dündar’ın yazısının tamamını ise buradan okuyabilirsiniz:
http://www.candundar.com.tr/index.php?Did=10014
(4) Bu yazı yazılırken, fonda yalnızca Norveçli besteci ve müzisyen Øystein Sevag’ın Bridge, Global House ve Visual albümleri çalıyordu. Bu inanılmaz müzisyenin okuduğunuz yazının doğmasındaki payını da böylece vurgulamış olmak istiyorum.
Üzerlerine tıklayarak imajların büyük halini görebilirsiniz.
Tüm fotoğrafları görmek için tıklayınız..
Tüm fotoğrafları görmek için tıklayınız..